Tara Kitap

Aşkın Kanununu Yeniden Yazmanın Zamanı

Geçtiğimiz hafta, 14 Şubat Sevgililer Gününde bütün sosyal medya platformlarından aşka dair güllü dallı, kırmızı kalpli şeyler dökülürken ben de yaklaşık iki buçuk senedir aşk hikâyeleri üzerine çalışan ve doktora tezini yazan bir akademisyen olarak olaya biraz daha sosyolojik bir boyut katmak, biraz da eğlenmek için bir tweet attım.Tweet, popüler kültürün, Hollywood’un ve geleneksel aşk anlatılarının tekrarlayıp durduğu birkaç klişenin tersine çevrilmiş haliydi aslında: “Aşk kutsal değildir, âşık olacağımız insanı seçebiliriz, aşktan kaçmak mümkündür, aşk için ölmek gerekmez, aşk kaderimizde yazılı değildir, aşksız bir ömür geçer, aşk olmadan da hayatın anlamı vardır, aşk bütün sorunların çözümü ve bütün soruların cevabı değildir, aşk biter.”
Bu tweet’i yazarken bu kadar ses getireceğini, 26K beğeni alacağını, Instagram sayfalarında paylaşılacağını ve üzerine bir sürü tartışma kopacağını hiç düşünmemiştim. Aşkın kutsallığına dil uzatmama kızanlardan tutun gerçek aşkı hiç tatmadığım için böyle konuştuğumu söyleyenlere birçok “kızgın” tepki alırken bir yandan da -özellikle kadınlardan- bunları söylemekle ne iyi ettiğime, onları ne kadar rahatlattığıma, tam da böyle düşündüklerine dair destekleyici mesajlar, mailler aldım. Aldığım maillerden biri, Blu TV’deki 7Yüz dizisiyle tanıdığım ve hayran olduğum Pınar Göktaş’tan geliyordu. Tweet’imi okumuş, çok beğenmiş, tam da aşkın romantik anlatılarda nasıl yanlış sunulduğuna dair, senaryosunu kendi yazdığı tek kişilik bir oyun sahnelerken bu cümleleri başkasından da duymuş olmaktan memnun olmuş, beni oyununa davet ediyordu. Heyecanla ve koşa koşa gittim oyuna.

Aldatıldık, Aldatıldık! Sevda Böyle Değil…

Oyuna geçmeden önce sanırım tweet’te ne demek istediğimi biraz açmam lazım. Öncelikle aşka inanmıyor, aşkı anlamsız buluyor ya da “aşk diye bir şey yoktur” diyor değilim. Sadece aşkın, filmlerde ve romanslarda gösterilenden çok daha farklı bir şey olduğunu, “beyaz atlı prens” tarafından kurtarılmayı bekleyen genç prenses anlatısının da, “doğru kişi”yi bulunca bütün sorunların çözüleceğine, içimizdeki bütün boşlukların dolacağına, hayatın rayına oturacağına dair tüm o klişelerin de zararlı olduğuna inanıyorum. Neden mi?
Öncelikle bu anlatılar, kadınlar için hayattaki en önemli şeyin aşk olduğunu, aşk olmaksızın “tamamlanamayacağımızı”, “yarım kalacağımızı”; bu yüzden de her şeyden önce doğru insanı bulmamız gerektiğini tekrar tekrar aklımıza kazıyor. Bu da bizi, kendimizi keşfetmek, kendimiz için, kendi isteklerimiz için karar almak, adım atmak ve kendi yolumuzu “doğru insan” olmaksızın çizmekten alıkoyuyor. Bizi pasif bir konuma iterken diğer yandan da aşksız kaldıysak yarım, “çirkin”, sıradan ya da sorunlu biri olduğumuzu kulağımıza fısıldıyor. Öyle ya, gerçekten güzel, farklı, etkileyici biri olsaydık gerçek aşkı bulurduk, tıpkı o filmlerdeki, o kitaplardaki gibi…
Ola ki aşkı bulduk, bu sefer önümüzde daha büyük bir imtihan bekliyor: Aşkımızı tüm dünyaya ispat etmek. Kıskanmıyorsa seni sevmiyordur, Instagram’a beraber fotoğraf koymuyorsa başka biri vardır, x yıldır beraberseniz ve hâlâ kocaman balonlarla -ya da işte en afili şekli neyse öyle- evlilik teklifi etmediyse o gerçek aşk değildir… Standartlar zor, gerçekleştirmesi imkânsız, üstelik gerçekleştirildiğinde bile tatmin sağlamayan, sentetik bir kurgudan ibaret sadece. Samimi, dürüst, iki kalbin birbirine açıldığı ve “neyse o olan” bir ilişki yaşamak, bunca romantik dayatma arasında öyle zor ki. Hatta bu kadar romantik gürültü arasında kendi kalbimizi, kendi isteklerimizi bile duymak imkânsız.
Dahası, aşkın kutsallığı ve hiçbir engel tanımaması, hatta (tweet’ime gelen cevaplarda söylendiği gibi) bir hastalık gibi bizi ele geçirerek irademizi işlevsiz bıraktığı algısı, aşk uğruna yapılan her şeyi meşru kılıyor. Aşık insan pes etmez, “evet” cevabını duyana kadar kapılarda yatmaya, peşinde koşmaya devam eder. Peki, bunun sınırını kim çizecek? Aşkına karşılık bulamadığında ısrarlı aramaları, takipleriyle taciz eden ve hatta sonunda “aşık olduğu” kadını öldüren adamların sadece aşk hastalığına yakalanmış bahtsızlar olduğuna mı inanmalıyız bu durumda? Ya da kıskançlık krizine girdiğini söyleyip eşini öldüren adamları mazur mu görmeliyiz? Öyle ya, aşk sınır tanımaz… Televizyonda sürekli sevdiği kadını kolundan tutup çekiştiren, dişlerini sıkarak “Onunla görüşmeyeceksin!” diye emirler yağdıran “aşık” adamların bir sonraki adımı gerçek hayatta cinayete varıyorken buradaki tehlikenin çok da önemli olmadığını mı düşünmeliyiz? Ya da bu “kolundan tutup çekme”nin ta kendisinin şiddet olduğunu söylediğimizde, aşktan anlamayan, hiç sevilmemiş kadınlar olduğumuzu mu itiraf etmiş oluyoruz? Hayır tabii ki. Aşk, bu klişelerin içinde kaldığı müddetçe kadınları, kendilerine yönelen her türlü şiddeti sineye çekme konusunda köşeye sıkıştıracak. Bunun farkına varmak çok da zor olmasa gerek.

Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur

Gelelim sevgili Pınar’ın oyununa. Kişisel hikâyesinden yola çıkarak hazırladığı bu tek kişilik senaryo, özellikle benim gibi Y kuşağı genç kadınların hemen özdeşleşim kuracağı, bol kahkahalı, bol eğlenceli ve bir o kadar da “İşte bu!” diye bağırma isteği uyandıran, kısacası hiç de romantik filmlere, kitaplara benzemeyen, “gerçek” bir oyun.
“Toplu olarak kandırıldık!” diyor Pınar, “Bizi romantik filmler zehirledi.”. İlk gençlik yıllarını romantik filmlerde anlatılan o kusursuz aşkı, “mükemmel uyumu” aramakla geçiren ve ne büyük zaman ve enerji kaybettiğini ancak 30’larında anlayan bütün kadınlar gibi Pınar da izleyiciyi omuzlarından tutup sarsmak istiyor adeta: “Lütfen bu masallara artık inanma ve kendin için, kendi isteklerin için bir şey yap!”
Aşk, ancak kendini gerçekleştirebildiğin, kendi yolunu özgürce çizebildiğin, kendini tanıdığın ve ne istediğini, herhangi bir manipülasyona fırsat vermeyecek denli iyi bildiğinde eşit ve dürüstçe yaşanabilir. Bunlar olmadan bir beyaz atlı prensin, o romantik filmdeki Hugh Grant’in gelip hayatımızdaki bütün boşlukları doldurmasını beklemek, sadece hayal kırıklığı yaratmayacak, kim olduğumuza dair algımızı da bozacaktır. Aşk güzel şey, insana yaşama sevinci veren bir şey; onu büyük beklentilerle ya da arabesk fantezilerle boğup sonunda zarar veren bir hastalığa dönüştürmemizi hak etmeyecek kadar güzel hem de.
Pınar Göktaş’ın oyunu, belki benim “dost acı söyler” minvalinde yakıcı bir üslupla dile getirdiğim bu gerçekleri tatlı tatlı, hepimizin çok tanıdığı o hikâyelere yedirerek anlatıyor. Her ne kadar spoiler verme isteğimi bastırmakta zorlansam da oyuna dair başka bir şey söylemeden yazıyı bitirmek istiyorum. (Belki bir de Pınar’ın ne kadar şahane bir sesi olduğunu ve mutlaka dinlemeniz gerektiğini ekleyebilirim.). Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur, aşka dair algılarımızı şöyle bir havalandırmak, tazelemek, biraz ferahlatmak için mutlaka izlemeniz gereken bir oyun. Yalnız şunu belirtmeden edemeyeceğim: Tam da aşka dair sorgulamalara düşüren bu oyundan çıktığınızda kendinizi Pınar Göktaş’a âşık olmuş bulabilirsiniz, benden söylemesi ????

Paylaş :

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir