Tara Kitap

“Düzgün” Kadınlar Nereye Gitti?

Evlenecek, yahut evliliğe gitme potansiyeli olduğu en azından tahayyül edilebilecek kadın bulunamadığı sıkıntısı çevremde sıkça duyduğum bir hezeyan. Eminim kadınlar dünyasında da erkek popülasyonu için aynı şey söyleniyordur. İçi boş ve lümpen bir söz “düzgün”. Ancak bunun içini “sadık”, “stabil”, “şefkatli” vs gibi aslında bizim için anlamlı olan ama pek dillendirmekten çekindiğimiz değerlerle doldurabiliriz. Tabi düzgün kelimesini lugatımızdan çıkarıp onun yerine bunları kullansak çok daha hoş olur.
Sadık/stabil erkek yahut kadın yok şikayetini kombine edip “aşkta mutluluğu bulamamışlık” hali olarak tanımlarsak, bununla empati kurmak benim açımdan da hiç zor değil. Ben hayatımda her soruna “bu koşulu yaratatan somut, materyal sebepler nelerdir?” diye bakarım. Genelde çözüme ulaşamam ama çoğunu anlayabildiğime inanıyorum. Bu yazının amacı da sosyoloji, siyaset bilimi öğrenciliğimin akademik tarafını bir tarafa bırakmak, ama rasyonel olarak bu sorunu çözümleme yoluna giderek biraz zihin sporu yapmak.
Ben sorunun tahliline bu sorun kimlerde yok diye düşünerek başladım. Babamın hiç gerçek aşkı bulamamak diye bir derdi olmamıştı. Amcamın da böyle bir sıkıntısı yoktu. Dedemi tanıyanlar da hiç böyle bir yakınmasının olmadığını teyit ettiler. Bunlar çocuklarının karnını doyurabildiklerinde, onlara iyi bir hayat sunabildiklerinde ölesiye mutlu olan, zaten hayatları aile kavramının mukaddes olduğu algısı üstüne kurulu insanlardı. Aşk kavramı aile kavramı ile birbirine kaynak yapılmış gibi birleşik bu insanlarda. Genelde görücü usulüyle evlenmişlerdi. Sevdikleri kızı kaçırmış olanlar vardır ki onların hikayelerini dinlerseniz anlarsınız aşkın gerçekten ne olduğunu. Diyebilirsiniz ki bu insanlar aslında mutsuz, onlar da yeni heyecanlar peşinde, içlerinde arayışlar var ama çaktırmıyorlar. Biz, onların hayal edemeyeceği kadar şehirleşmiş, hızlanmış, herşeyin akılalmaz bir süratle tüketildiği bir toplumda sabitliğe, sadakate duyduğumuz arayışı dile getirebiliyoruz. Niye onlar aslında çaktırmıyorlar da bizden daha beterler varsayımına sarılıyoruz? Büyük şehirlerde, sosyal medyada, plazalarda, kafelerde, barlarda; tarzı ne olursa olsun görülen bariz hakikat şu: 21. Yüzyıla kadar bu kadar fazla insanın bu hızda birbiriyle aynı mekanı, bu kadar kısa süreyle paylaştığı bir medeniyet insanlık tarihinde görülmemişti. Şehirleşme ve modernitenin hızlandığı tüm toplumlarda evlilik oranları düşüyor, evli kalma oranları daha da çok düşüyor. İnsanların ilişki süreleri azalırken, toplam ilişki sayısının arttığı da bir gerçek. İnsanlar birbirinden çok daha çabuk sıkılıyor. Çarşamba günü “on numara” olan Yusuf veya Leyla haftasonu geldiğinde artık “çok düşüş pampa, piyasa kaynıyor, kilitlenmeye gerek yok.” Ya da dikkatim zaten çoktan başkasına kaydı.
Feodal toprak ağasının sahip olduğu toprağı işleyip, ağanın hakkı olan hayli yüksek payı verdikten sonra kalanla tamamen “survival” yani hayatta kalma seviyesinde varlığını sürdüren bir maraba düşünün. Köyün en çekici kızlarının büyük bir bölümü büyük ihtimalle ağaya satıldıktan sonra maraba ergenlik çağı boyunca kendi yaşına yakın, sakat ya da salgın hastalıklı olmayan, büyük ihtimalle toplam 4-5 kadın görebilecektir. Neticede birine süratle aşık olacak ya da en azından hoşlanacak, ve başlık parasına ulaşmaktan başka birşey düşünemeyecektir. Dünyanın en güzel müziği olarak gördüğüm Türk halk müziğimiz bu hayat tarzını bol bol anlatır. Sizlere iki uç üretim modelinin yarattığı iki zıt yaşam tarzını anlatıyorum örnek berraklaşsın diye; elbette ara modeller öne sürülmüştür. Tarım işçisi olmadan, görücü usulüyle evlenen bir köy avukatı mesela Avrupa ile kıyasladığımızda ara bir modeldir. Ancak İstanbul, İzmir, Antalya, Ankara, kısmen Adana gibi büyük şehirlerimiz ve batı kıyımızın çoğu şaşırtıcı hızda şehirleşmiştir; her ekonomi modeli de kendi insan ilişkleri modelini yaratmıştır. Yani biz, bizden önceki bir ekonomik modelin yarattığı insan ilişkilerini bu ekonomik modelde arıyoruz.
Bu gerçekler karşısında iki sonuca varabiliriz: 1- Geleneksel, tarımsal üretime dayalı toplumda gerçek aşkı bulamamak diye bir sorun yoktu çünkü aşk zaten kendisi bize anlatılırken reklamlarda, filmlerde, dizilerde arzulanmamız sağlanan ürünleri sattıran ticari bir sanrı. Biraz daha açarsak, spor salonu üyelikleri, makyaj ürünleri, parfümler, çikolatalar, çiçek buketleriyle süslü bir hayal dünyası ideası yaratılıyor, büyük şirketler de zaten bunu pompalayanların başında. Aşk aslında “Amerikan rüyası” yahut sosyalizm gibi zihnimizde olan ama koştukça uzaklaşan bir hayal. 2- Aşk gerçekten var ama onu gerçekleştirmeyi imkansız kılacak kadar hızlı, rekabetçi, çeşitli ve renkli bir şehir hayatı yarattık. Ben ikinci sonucu daha makul görüyorum.
Analizimize devam edeceğiz…

Paylaş :

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir