Tara Kitap

Sosyal Fobi

Yeni tanıştığınız fakat kısa zamanda kanınızın kaynadığı ve çok samimi olduğunuz bir arkadaşınızın, sizi düğününe davet ettiğini hayal edin. Diyelim ki arkadaşınızın müstakbel eşi de dahil olmak üzere düğünde olacak yüzlerce davetliden bir kişiyi dahi tanımıyorsunuz. Bir de üstüne üstlük davete yalnız katılmak zorundasınız. Zerre kadar endişe duymadan, sanki yatak odanızdan mutfağa gidermişcesine rahatlıkla gidebilir misiniz?
Bir üniversitenin amfisinde gerçekleşecek, yüzlerce izleyicisinin olacağı bir konferansta konuşmacı olarak katılım daveti aldınız. Kabul eder misiniz?
Ya da daha hafifleştirelim durumu. Bu konferansa izleyici olarak katılmak üzere yola çıktınız. Trafik yüzünden geciktiniz ve salon çoktan tıka basa doldu. Konuşmacı da yerini aldı. Salona giriş sahnenin hemen yanından. Yüzlerce kişi sessizlik içerisinde pür dikkat sahneye bakarak beklemekte. Oradan rahatlıkla, sanki 3-4 kankanızın oturduğu evin salonuna girermişcesine, geçip yürüyebilir misiniz?
Hayır mı? Benden de kocaman bir Hayır o zaman.
Tanımadığım insanlarla, tanımadığım ortamlarda iletişime geçmem gereken durumlarda yaşadığım korkunç kaygının tam farkındalığına yirmili yaşlarda varmıştım. Halbuki bunu kendimi bildim bileli yaşıyordum. Hatırlayabildiğim en eski anılar 4-5 yaşlarımdan. Annemin daha önce gitmediğimiz bir restorana yemeğe gideceğimizi haber verdiği bir günü hatırlıyorum o yaşlarımdan. Terörize olma hissini anımsıyorum bedenimi saran. Bir de kalabalık restorandan içeri girerken yaşadığım korkudan dolayı, annemin çantasına kustuğumu.
İlkokula daha sonra da yeni bir ortaokula başladığımda her sabah kusmamı annem babam araba tutmasına bağlamıştı. Ne yazık ki durum bu değildi.
Tüm kaygı ve korkularımın üzerine giderek 7 yaşımdan 23’üme kadar tahsil hayatımı sonuçlandırmayı başardım. Ne zaman ki iş hayatı dönemi başladı, işte o zaman dibe vurdum. Bayılacak kadar korkuyordum. Her girdiğim işte 1-2 ay kalabiliyordum ve o iki ay benim için cehennemdi. Bu 24 saat süren bir maksimum endişe ve korku haliydi. Gece kabuslarla geçen huzursuz bir uykudan sonra işe gidene kadarki felç eden aşırı heyecan. İşteyken “ya yanlış bir şey yaparsam” “ya rezil olursam” “insanlar bana dudak büküp ıy ne tuhaf diye içlerinden geçirirse” “küçük düşersem” “dışlanırsam” düşünceleri de yakamı bir dakikalığına bırakmazdı.
Sonunda nispeten daha iyi tanıdığım ve kendimi biraz daha ‘evimdeymiş’ gibi hissettirecek olan üniversiteme geri dönme kararı aldım. Felsefe Yüksek Lisans’ımı yapıp sonunda okulda akademisyen olarak kalabilirdim. Lakin hesaba katmadığım bir şey vardı. Bir akademisyen önünde sonunda gerekirse insan dolu bir amfide ders vermek durumunda kalacaktı. Haliyle evdeki hesap çarşıya uymadı ve iki yıllık felsefe eğitiminin sonunda önümde şapkam “Ben ne yapacağım?” diye düşünürken buldum kendimi. Çalışamıyordum çünkü aşırı kaygıdan aklımı kaçıracak gibi oluyordum. Çalışmadan da yaşamak istemiyordum çünkü bu sefer de “insanlar ne der?” endişesi boğazıma sarılmıştı. Nefes alamayacak hale geldiğim o en son anda, artık tek çare bir uzmanla yani bir psikiyatrla görüşmekti.
İnsanın kendini kötü hissettiren yoğun bir duyguyu tanımlaması ve onunla yüzleşmesi, o duygunun ortadan kalkmasını sağlar mı?
Benim durumum, en azından bir tanıma kavuşmuştu. Sosyal Anksiyete Bozukluğu yani Sosyal Fobi. Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından yayınlanan Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı (DSM-IV) bu durumu şöyle açıklıyor: Sosyal ortamlarda başkaları tarafından olumsuz değerlendirilmekten yoğun şekilde kaygı duyma ve korkulan durumlardan kaçınma eğilimi gösteren anksiyete bozukluğu. Sözlük anlamı buydu evet peki ya sebebi neydi? Neden ve nasıl sosyal fobik olunuyordu?

A.  Öncelikle uygun bir mizaçla hayata gelmek gerekiyor. Aşırı duygusal, had safhada empati kurma yeteneği potansiyeli ve tastamam itaatkar bir mizaçla dünyaya geldiyseniz muhteşem bir sosyal fobik olma adayısınız.

B.  Doğduktan sonraki yıllarınızda nasıl yetiştirildiğiniz önemli bir unsur. Şu mesajları ilk yıllarınızdan itibaren her fırsatta aldığınızdan ve içselleştirdiğinizden emin olmalısınız:

1. Dünya çok tehlikeli bir yerdir.

2. Tanımadığın insanlar sana zarar verebilir. Hatta belki de kesin vereceklerdir. Bu sebeple yanında ailen yoksa onlarla iletişime geçmekten süratle kaçınmalısın.

3. Bu tehlikeli canlılardan oluşan Toplum’un bir de, senin hakkında düşündükleri hayati önem taşır. Asla hakkında kötü düşünmelerine sebep olacak bir söz söyleyemez, bir davranışta bulunamazsın. Aksi takdirde hem seni yetiştirenleri (anne-baba, büyükanne-baba, vs) hem de herkesi kaybedersin ve bu bir nevi ölümdür.

Bu mesajlardan üçüncüsü en mühim olanıdır. Bu sebeple biraz daha açmakta sakınca görmüyorum. Öncelikle ‘Hakkında kötü düşünmelerine sebep olacak söz ve davranışlar’ bütününün kısa ismi AYIP’tır. Ayıp neleri kapsar? Liste çok uzun ama belli başlı olanlardan birkaç örnekle idare edelim.
– İçinden geldiği gibi davranmak
– İçinden geldiği gibi konuşmak
– İçinden geldiği gibi gülmek
– İçinden geldiği gibi giyinmek, süslenmek
– İstediğin bir şeyi istediğin kişiden açıkça talep etmek
– Gerekli gördüğünde herhangi birini veya durumu eleştirmek
– Ebeveyne, ya da seni her kim yetiştiriyorsa, herhangi bir konuda karşı çıkmak, “Hayır” demek.

C.  İtaatkar mizaçlı bir çocuğun bu mesajlarla büyüyüp okul çağına gelmesinden sonra (ki mesajlar kesintisiz bir şekilde evde devam etmelidir), içine karışmak zorunda olduğu sosyal yaşamda da deneyimlemesi gereken olmazsa olmazlar vardır.

Bir sosyal fobik olarak kendi hayatımdan iki örnek verebilirim. Bu iki olay sosyal fobimin pekişmesinde büyük rol oynadığı gibi kişilik gelişimimde de dönüm noktaları oldu.
7 ya da 8 yaşlarında olduğumu düşündüğüm anımda sınıf öğretmenimiz, içeriğini anımsayamadığım ama çok eğlenceli olduğunu hatırladığım bir oyun başlatmıştı. Herkes parmak kaldırıyordu “Beni seç, beni seç” diyerek. Ben de seçilmek istediğimi, deli gibi yerimde zıpladığımı çok net hatırlıyorum. Öğretmen rastgele bir kişi seçiyordu ve seçilen kişi çok eğleniyordu. Birçok turdan sonra en sonunda “Melda sıra sende” dendi. Bendeki mutluluğu düşünün. Sıramdan kalktım, öğretmenin yanına geldim ve hayatımı değiştirecek söz kulaklarımda çınladı: “Şimdi başka bir oyuna geçiyoruz. Melda sizleri güldürmeye çalışacak. Başarırsa şampiyon o olacak, başaramazsa siz olacaksınız”
Şu anda bile bu anıyı düşünmek midemi bulandırmaya yeter. Yapmadığım maymunluk kalmadı ve karşımda buz gibi suratlarla oturan yirmi yaşıtımdan tek bir çıt sesi dahi çıkmadı. Belki 3-4 dakika sürmüştür bu işkence ama bana sanki günlerce sürmüş gibi gelir. Rezil oluyordum ve sanırım her geçen saniye bana daha çok tiksinti ile bakıyorlardı. En sonunda öğretmenime dönüp tuvalete gitmek için izin aldım. Fırtına gibi koşup tuvalet kapısına vardığımda yere oturup dakikalarca ağladım.
Toplumdan birinci tokadı yemiştim. 7 yaşında, zaten halihazırda inanılmaz ürkek ve itaatkar bir çocuğun bu deneyimden çıkardığı sonuç şuydu: Asla insanların karşısına geçip herhangi bir performansta bulunma, rezil olursun ve bu da işkencelerin en büyüğüdür. Bu ana fikir de içimde kemikleşince yıllarca her türlü sosyalleşme ortamından kaçınan içine kapanık bir çocuk olarak yaşadım. Ta ki 13 yaşıma kadar.
Artık çocukluktan genç kızlığa geçiş dönemiydi. İki yıldır sadece kız öğrenci alan bir lisede ortaokula devam ediyordum. Bir gün en yakın arkadaşım bir spor kulübünde gerçekleşecek, 12-15 yaş grubunun aileleri ile birlikte katılacakları bir akşam organizasyonuna beni davet etti. Her ne kadar korksam da kabul ettim. Anne babalar davetin olduğu alanın yakınında yemek yerken çocuk ve gençler, dans pistine benzer bir yerde eğleniyordu. Tek tanıdığım kendi arkadaşımdı ve yıllardır alışmış olduğum biçimde sessiz bir şekilde ortamı izliyordum. Derken, sonradan kulübün en yakışıklı ve popüler sporcusu olduğunu öğrendiğim bir çocuk yanıma geldi ve “Benimle dans eder misin?” dedi. Utanç, kaygı, korku, baş dönmesi, mide bulantısı… “Teşekkür ederim ama edemem” demiştim sanki, ya da belki sadece başımı Hayır manasında iki yana sallamıştım. Çocuk iki dakika sonra tüm arkadaşlarıyla yanıma döndü ve tüm akşam benimle alay ettiler. “Buz kadın” “Frijit” sözleri ile kahkahalar birbirine girmişti. Onlarca kişi parmaklarını bana uzatmış gülüyor, deliler gibi benimle dalga geçiyorlardı. Felç olmuştum, yutkunamıyor ve çok zor nefes alıyordum. Bayılmamak için kendimi hiç bu kadar zorlamamıştım. Öyle heykel gibi başım önümde belki de bir saat daha geçirmek zorunda kalmıştım. Toplumdan ikinci tokadı da o gün yaşamıştım.
Eve döndükten sonra sabaha kadar ağladım. Yeni bir ana fikre daha sahiptim. İnsanlarla sosyalleşmekten ve performanstan kaçınırsan rezil olursun. Üstelik birincisi de bunun tam tersiydi.
Ertesi gün benimle birlikte alter egom da uyanmıştı. Kırılgan, ürkek, toplumdan ölümüne korkan hakiki öz benliğimi korumak için yeni doğan bu diğer kişilik de zaman içinde benimle birlikte büyüdü. Bu kişi inanılmaz dışa dönüktü, kendisiyle had safhada barışık ve dalga geçebilen, küçük düşmekten korkmayan ve sosyalleşmekten kaçınmayan. Ama gerçek değildi ve bir performanstan ibaretti. Gerçek Ben’i savunabilmek ve onun hayatta kalmasını sağlayabilmek için icat edilmiş bir diğer Ben. 25 yıldır korkularımın üzerine giderek tahsil hayatımı tamamlamamı, daha sonra 1’er 2’şer sene de olsa gazetelerde muhabirlik yapmamı, sosyalleşip arkadaş edinip hayatın içine karışabilmemi O sağlamıştı. Ama hakiki özüm hiçbir zaman yok olmadı. Tüm kaygılarımın, korkularımın kaynağı olan özüm.
“İnsanın kendini kötü hissettiren yoğun bir duyguyu tanımlaması ve onunla yüzleşmesi, o duygunun ortadan kalkmasını sağlar mı?” diye sormuştum. Bugün 40’ına merdiven dayamış bir sosyal fobik olarak bu soruyu hala olumlu cevaplayamıyorum. Yine de artık şunu biliyorum: Hayatta kalma dürtüsü kadar hiçbir şey kuvvetli değil. Şartlar ne olursa olsun insanoğlu adapte olabilmek için sınırsız irade ve yaratıcılığa sahip. Kim bilir, belki bir gün ben de kaygı ve korkularımdan HAKİKİ olarak kurtulabilecek gücü kendimde bulabilirim. Ne de olsa açılmamış kanatların büyüklüğü bilinemez, öyle değil mi?

Paylaş :

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir